top of page
Ara
Yazarın fotoğrafıLaleper Aytek

Fotoğraf Cinsiyet Kimliği İçeren Bir Pratik midir?


“Evrensel insanlık, eşitlik ve özgürlük, haklar ve sorumluluklar gibi idealleri temel alan evrensel bir toplumsal kimliğin dayanağı var mıdır ve özgül farklılıkları bastırmaksızın bu tür idealleri olumlamak mümkün müdür?”

Fatmagül Berktay

Tarihin Cinsiyeti


Fotoğraf Cinsiyet Kimliği İçeren Bir Pratik midir?


Fotoğraf cinsiyetsiz olabilir mi? Peki ya bakış?


Fotoğrafın, fotoğrafı yapan tüm değişkenlerle birlikte, fotoğrafçısı üzerinden bir cinsiyeti hatta farklı aidiyetleri de yok mudur?


Bakış dediğiniz şey ise algınızdır, yaklaşımınızdır, çığlığınız, sessizliğiniz, öfkeniz, akıl karışıklıklarınız, sorularınızdır ve “bakış” fotoğrafta da hayatta da cinsiyetlidir. Hayatlarımızı kadınlar ya da erkekler olarak yaşıyor olmamız nasıl bir fark yaratıyorsa, bu fark yazdıklarımıza, söylediklerimize, düşündüklerimize, yok saydıklarımıza ve çektiğimiz fotoğraflara yani aklımıza, ruhumuza ve gözümüze de işlemiştir.

Göz tarafsız olabilir mi bakarken ya da çekerken? Ve fotoğrafta tarafsızlık dediğimizde bu aslında bir tür bakmama yahut renksizlik halinin karşılığı değil midir?


Dünyaya kadınlar ve erkekler olarak doğar, öyle büyü(tülü)r ve yaşarlarken böyle bir ayrım, böyle bir durum hayatın kendisinde ve ilk baştan beri zaten varken, bunun yaptığımız şeylere, işlerimize (fotoğraflarımıza, yazılarımıza, şarkılarımıza, sözlerimize, duygularımıza) yansımaması mümkün müdür?

Bir fotoğrafı yapan fotoğrafçıdır ve yaparken de cinsiyetsiz değil, kadındır, erkektir ya da kendini nasıl hissettiğidir. Fotoğraf eğer ve ancak fotoğrafçının duygularının, kalbindeki ve aklındaki titreşimlerle kesiştiği yerde oluşuyorsa o zaman fotoğrafın fotoğrafçının cinsiyetinden bütünüyle ayrı, ilgisiz, uzak bir şey olması zordur.


20.yüzyılın ortasına kadar kadın sanatçı sayısı erkeklerin üçte biri olan, kadınların temel kariyerlerinin evlilik olarak görüldüğü bir dünyada geçmişin ve bugünün düzeninin erkek olarak doğma şansına erişmemiş yahut tercih etmeyen herkes için yalnızca sanat alanında değil daha başka yüzlerce alanda da engelleyici, baskıcı, cesaret kırıcı ve ayrımcı olduğunu biliyoruz.


Kadınların yetenekli hatta dahi olsalar da eksik ve yetersiz görüldüklerini de biliyoruz.

Ve erkeklerle aynı ölçüde yetki ve başarı elde etmelerinin tarih boyunca toplumsal, sosyal ve kurumsal olarak engellenmiş olduğunu da.


Fotoğrafın tarihi de bu engellemelerden ve ayrımcılıklardan payını fazlasıyla almış bir tarihtir.

Kadınların ve ürettikleri işlerinin yüzyıllardır yok sayıldığı bir dünyada kadın fotoğrafçılar olarak duruyor ve işler üretiyor olmak ayrımcılık değil görünür olma talebidir. Ve bu talep bu yazının konusu olmadığı için burada sayılmayan tüm aidiyetler için de geçerlidir. Her fotoğrafçı tercih ettiği ve taşıdığı aidiyetlerini fotoğrafçılığıyla birlikte anmakta özgürdür, özgür olmalıdır. Ve bu özgürlük görüntünün öznel bir ima ile (yeniden) inşasını çoğaltan ve katmanlaştıran vazgeçilmez bir unsurdur.


Ve asıl mesele Linda Nochlin’in “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?” sorusuna, Nanette Salomon’un cevabıyla, “’normal’ sayılan seçkileri şüpheli hale getirecek yeni stratejiler belirlemek ve yeni görsel okuma önerileri getirebilmek” üzerinden bir cevap bulma isteğidir de aynı zamanda.


Sanat tarihçi, akademisyen ve eleştirmen Ahu Antmen Semiha Es Uluslararası Kadın Fotoğrafçılar Sempozyumu çerçevesinde hazırladığımız “İkinci Göz TR’den Kadın Fotoğrafçılar” sergisinin kataloğundaki giriş yazısında şöyle diyor: “Beauvoir’a göre cinsiyet ayrımcı toplumlarda kadınlar ya tümüyle ‘kadınlıklarına hapsolurlar’ ya da kadın olmayı tümüyle yok saymak durumunda kalırlar; kadın olmak halinin mutlak kabulüne ya da reddine zorlanırlar. Erkekler için böyle bir durum yoktur, onlar sanki biyolojilerinden arınmış varlıklardır. Dolayısıyla, ‘erkek fotoğrafçılar’ üzerine bir sergi hazırlamak üzere yola çıkılmaz sözgelimi; cinsiyete dayalı böyle garip bir ayrımdan söz edilmez. Sonuçta ortaya çıkan sergiler, seçkiler, kitaplar yalnızca ya da sayıca daha çok erkeklerden oluştuğunda da çoğu kimse yapılan tercihlerin özünde bir cinsiyeti diğerine tercih etmekle ilgili olduğunu düşünmez, erkeklerin doğal olarak daha yetenekli ya da etkili olduğu varsayılır.”


Ne bugün ne de geçmişte jenerik “nötr” bir insan kavramı olduğunu, insan olarak değil, toplumsal cinsiyete sahip kadınlar ve erkekler olarak yaşadığımızı biliyoruz. Feminizm bize hiçbir şey öğretmediyse bile bunu gösterdi ve dünyaya böyle yeni, farklı bir perspektiften bakabilmemizin önünü açtı, diye düşünüyorum.

Kimliklerimizin kurgulanmasında sadece kadın ya da erkek olmamızın değil bizi yapan tüm aidiyetlerimizin önemli olduğunu da gösterdi.


“Ötekileştirilenleri” anlamaya başladık ve ötekileştirmelerin arka planını görmeye. Tarih boyunca sistemli bir şekilde ötekileştirilmiş olanı ve sebeplerini anlayabilmemiz örgütlü kurumsal yapıların, algıların, uygulamaların ve kavramların eleştirilerek yeni okuma önerilerinin geliştirilebilmesinin ve dönüşümün yolunu açabilecek yeni bir algı kazandırdı.


Kimliklerimizin sabit değil her an bozulup yapılabilen bir kurgu olduğunu fark ettik.

“Öteki”ni anlayabilmek için önce kendimizi anlamamız gerektiğini fark ettik.

Kendini anlama başlangıçta sorgulanmamış varsayımlarımızın ve ön yargılarımızın sınırlılığını taşıyordu ve bizleri “normal” sayılan kabuller dünyasına hapsetmişti.

Önce kendi ön-kabullerimizi sorgulamaya başladık.

Bir fotoğrafı ve fotoğrafçıyı yapan unsurların başında “kimliklerimiz” geliyor.

Fotoğrafçı, oyuncu, yazar, şair, müzisyen, ressam, tasarımcı, heykeltıraş olurken ve işlerimizi üretirken kimliğimizi oluşturan tüm parçalar bir “yapboz” gibi bir araya gelir, ayrılır, bozulur, dağılır, yok olabilir ve sürekli yeniden kurgulanır. Her zaman bir bütün olmasa ve olması gerekmese de bize aittir ve bizi biz yapan değişkenler bütünüdür.

Parçalar uyumsuzdur bazen.

Çünkü duygular, düşünceler, sorular, duruşlar, duramayışlar, siyasal, sosyal, kültürel yapılar, koşullar, yaşadıklarımız, yaptıklarımız, yapamadıklarımız, yapabildiklerimiz değişebilir, değişir, dönüşebilir, dönüşür, biz değiştikçe ve dönüştükçe.

Ve kendi içimizde hiç bitmeyen sorgulamalarla kavga eder dururuz kendimizle ve dünyayla.


Bu birlikte, içe içe hareket eden parçalar bir algıyı, bir soruyu, bir akıl karışıklığını, bir görüntüyü, bir vazgeçmeyi, bir hayali, bir şiiri, bir hayal kırıklığını, bir karşı çıkmayı, yabancılaşmayı yani var oluşumuzun pek çok bileşenini taşır ve yaptığımız işlere yansır.


Parçaların hepsi sürekli dönüşüm, değişim içindedir. Öğreniriz, sorarız, yaparız, bozarız, başkalaşırız ve bu tekrarlanan süreçler sonrasında biz de yaptığımız iş de değişir ve dönüşür.


Bunu yapmadığımızdaysa ya etrafımıza duvarlar örerek kendimizi geleneksel dar kalıplar ve tanımlara (normal olan buymuş gibi) mahkûm ediyoruz ya da her şeyin yavan bir hoşgörüye dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyoruz. Erkekler yüzyıllardır ısrarla yapmadıklarına göre bu görevi bizler kadınlar ve kadın fotoğrafçılar olarak üstlenerek Gültekin Çizgen’in (ve daha pek çok erkeğin) yapmadıklarını yapmak yani bu yerleşik, ağır erkek bakışını, yaklaşımını (sadece kadın olduğumuz için değil AMA üretilmiş nitelikli işlerimiz üzerinden görünürlüğümüzü artırarak) kırmak, yapı bozumuna uğratıp ‘kadın fotoğrafçı’ denilerek “kadınsı” olduğu vehmedilen özelliklerin bir fotoğrafçının/sanatçının üslubun göstergesi olarak düşünülmesinden vazgeçilmesini sağlamalıyız.


Gültekin Çizgen 55 yıllık bir fotoğraf grubunun (İFSAK) dergisine yazdığı “Sanat ve Kadınlara Dair” başlıklı yazısında (2014/02) şöyle diyor; “Ve üstelik mimarlıktan edebiyata, müzikten resme kadar sanatımızın diğer alanlarında daha zengin sayıda boy gösteren kadınlarımız fotoğraf alanında ÇOK CILIZ.”


Gültekin Çizgen yazısının devamında biz kadın fotoğrafçılara yüksekten erkek bakışını dikte ederek eğer kadınlar olarak (bir de) fotoğrafçı olmaya soyunduysanız acaba aşağıda soru şeklinde ifade ettiği şu “olmazsa olmaz” şartları yerine getirip getirmediğimizi soruyor. Yukarıdaki tarife bakacak olursak bugüne kadar hiçbirimizin bu koşulları sağlayabildiğimizi düşünmüyor “duayen” fotoğrafçımız.


Ve sorular:

  1. Kadının (herhalde bu coğrafyada olsa gerek) yükselen bir fotoğraf şarkısı var mı?

  2. Hangi kadın fotoğrafçılar özgünlükte iddialı, kadınsı bir duyarlılık aktarıyorlar?

  3. Fotoğrafta tarza dair bir yenilikleri var mı?

  4. Daha gelişmiş bir empati ve sezgi ile yaklaşıyorlar mı?

  5. Erkek ve kadın bakışı arasındaki kadınsı hakikat hissi nedir?

  6. Kadın fotoğrafçılarımız fotoğraf üzerine yeni bir gerçeklik ortaya çıkarmış mı?

İnsanın kanını donduran sorular, düşünceler…


90’lı yıllarla birlikte;

  • Bu coğrafyada da bugüne kadar “normal” sayılan seçkilerle ilgili şüphelerimiz var artık. Kadın, erkek diye ayrım yapmadan söylüyorum, bir Türkiye fotoğrafının oluşmamasının önündeki en önemli ve en kurumsallaşmış engel olduğunu düşündüğüm güzellemelerin peşinden gitmeyi tamamen olmasa da bıraktık.

  • Dünyayı fotoğraf üzerinden eksik, tekinsiz, deforme, ayrımcı ve kusurlu halleriyle de algılamaya, anlamaya ve yeni sorular sormaya başladık.

  • Bir zamanlar benimsendiği gibi “Türkiye’yi en iyi Türkler çeker” başlıklı milliyetçi hatta faşist diyebileceğim “yavan” ve “sığ” yaklaşım artık kimse için ne inandırıcı ne de geçerli.

Ancak,

Eğer bugün TR’de düzenlenen fotoğraf yarışmalarında kadın fotoğrafçılar katılımcı olarak seçilebildikleri halde (ve hatta yüksek oranda da katılım sağlıyorlar) seç(e)miyorlar yani neredeyse “süs” yüzeyinde temsil edilerek (erkek fotoğrafçılar tarafından) sadece seçiliyorlarsa,

  • 13 yıldır fotoğraf yarışması düzenleyen bir kurum bu yarışmaların jürisinde bugüne kadar bir kadın fotoğrafçıya hiç yer verilip verilmediği sorulduğunda yanıt “hiç aklımıza gelmedi” olabiliyorsa,

  • 2014’de Thames&Hudson tarafından yayınlanan ve David Gibson’un hazırladığı “Street Photographers Manual” kitabı için seçilen 20 fotoğrafçıdan sadece üç tanesi kadın ise,

Dünyanın en önemli fotoğraf ajanslarından biri olan Magnum’daki toplam 89 üyenin 11’i kadın. Bu 11 kadın fotoğrafçının üçü hayatta değil, üçü de henüz aday durumunda yani tam üye olan beş fotoğrafçı toplamın sadece %5,6 gibi bir oranına karşılık gelmekteyse,

Bu indikatörler kesinlikle çok önemlidir, önemsenmeli ve kamusal alanda bir görünür olma talebi olarak tartışılmalıdır.

Cinsiyet eşitsizliğine ilişkin fotoğraf dışında pek çok alanda da hepimizin bildiği çok vahim rakamlar var.

Prof. Dr. Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın araştırmasına göre TR’den bazı istatistiklere bakacak olursak:

  • TR’de çalışan erkeğin gelir düzeyi günlük 28.32 USD, kadınınki ise 8.1 USD (bu sadece cinsiyet eşitsizliğine değil fırsat eşitsizliğine de işaret eden bir rakam.

  • TR UNDP İnsani Gelişmişlik Endeksi’nde 187 ülke arasında 69.

  • Cinsiyet ayrımcılığı endeksinde 147 ülke arasında 118. sıradayız. Bu endekste Meksika 85., Yunanistan ise 69. sırada

  • TR’de kadın nüfusun %80’i ev kadını.

Türkiye’den fotoğraf üzerinden birkaç örnek verecek olursak;

  • İstanbul Modern’in fotoğraf koleksiyonunun bütününde de 90’a yakın fotoğrafçı arasında kadınların oranının yüzde 10’u bile bulmayışı,

  • 2016 yılında yine İstanbul Modern’in koleksiyonundan bir seçki ile Merih Akoğul’un küratörlüğünde hazırlanan “İnsan İnsanı Çekermiş” başlıklı sergide Cumhuriyetin 80 yıllık süreci 80 fotoğrafçının portreleriyle temsil ediliyor ve bu temsildeki 80 fotoğrafçının sadece ikisinin (yani sadece %2,5’uğunun) kadın olması ŞAŞIRTICI değil mi?

  • Bir diğer şaşırtıcı tespit ise mekân üzerinden yapılabilir. İstanbul Modern’de fotoğrafa ayrılan alan ile tüm müzenin yüzölçümü karşılaştırıldığında ortaya nasıl bir oran çıkmaktadır?

  • TR’deki fotoğraf yarışmaları jürilerini değerlendirecek olursak, bugüne kadarki yarışma jürilerinin %99’unda kadın oranı dörtte birdir ve bu oran neredeyse hiç değişmez.

Bu toplumsal ve kurumsal engellemelerin ortadan kalkabilmesi için fotoğrafçıların işleriyle birlikte cinsiyetlerinin de görünür olması, tabii ki sadece kadın oldukları için değil, ürettikleri nitelikli işlerin desteklenmesiyle bir farkındalık oluşturabilmek adına önemli ve gereklidir.


Türkiye’deki kadın fotoğrafçıları işleriyle “çok cılız” bulan erkek bakışını açıkça rahatsız edebilmek adına, kadınları, fotoğrafçıları bu konu üzerine düşünmek isteyecek herkesi davet edebilmek üzere, bu yok sayma çabalarını rakamlarla ve işlerle ortaya dökmenin, üzerine düşünmenin ve konuşmanın, Türkiye’de kadın fotoğrafçılar tarafından özellikle 90’li yılların ikinci yarısından itibaren niceliksel olarak da artan nitelikli projeleri görünür kılarak, (Geniş Açı, Özel Sayılar No:1, Haziran 2004, & No:2, Güz 2005) bu kemikleşmiş kanonik yaklaşıma sağlam işlerle kadınlar olarak karşı çıkma çabamızı önemli, değerli ve gerekli buluyorum.


Naciye Suman, Maryam Şahinyan, Semiha Es, Eleni Küreman Yıldız Moran ve daha pek çok kadın fotoğrafçının sesini, sözünü ve gözünü gün yüzüne çıkarma çabası ve gerekliliğidir. Kadınları ve çalışmalarını yok sayarak evrensel olunamayacağını, asıl böyle yapıldığında evrensel olandan uzaklaşılarak, ayrımcılık yapıldığını dünyaya ilan etmek, bir daha söylemektir.


Laura Mulvey’in 1975 tarihli meşhur makalesinde (1) ileri sürdüğü üzere, “İzlemek özünde erkekse ben bir kadın ve bir fotoğrafçı olarak izlenen olmaktan izleyen olmaya, seyredilen olmaktan seyreden de olmaya ve hep bakılan olmaktan bakmaya da talibim.” Çünkü artık görüntü avcılığının el değiştirmesinin ya da en iyimser ifadeyle paylaşılmasının zamanıdır, diye düşünüyorum. Ben böyle düşüne durayım, Alberto Modiano’nun Bileşim yayınlarından çıkan “Türk Fotoğrafında Çıplak” adlı derleme fotoğraf kitabı Laura Mulvey’in tezinin 2005 itibariyle adeta bir sağlaması gibi/olarak karşımda duruyor.


Bu çabadan (özellikle geçmişteki kadın fotoğrafçıları(mızı) ‘sayılmayanlar’ kategorisinden kurtararak işlerini gün yüzüne çıkarmak ve genç kuşak kadın fotoğrafçıların önünü açabilmek üzere) vazgeçemeyiz, asla vazgeçmemeliyiz.


‘Fotoğrafın cinsiyeti’ meselesini, feminist eleştirmen ve küratör Lucy Lippard’ın 1970’lerde söylediği bir söz çok iyi özetliyor aslında: Evet, sanatın (ve fotoğrafın da) bir cinsiyeti yok, ama sanatçıların (ve fotoğrafçıların) var. Yani fotoğrafın fotoğrafçısı üzerinden bir cinsiyeti var ve bu cinsiyet fotoğraf olanı öznelleştiren pek çok değişkenle birlikte fotoğrafçının bakışı ile doğrudan ilintili.


Son söz olarak yazının başlığı olan soruya dönecek olursam, evet, fotoğraf cinsiyet kimliği içeren bir pratiktir ve fotoğrafçısı üzerinden cinsiyetlidir.

Laleper Aytek

Ekim 2015



 

*1 Nanette Salomon, “Sanat Tarihi Kanonu: Dışlama Günahları”, İletişim Yayınları, Sanat Hayat Dizisi, 13, 1.Baskı 2008, İstanbul, s.171.


*2 Gültekin Çizgen, “Sanat ve Kadına Dair”, İFSAK Fotoğraf ve Sinema Dergisi, sayı 152, sf. 56-57, 2014/02.




Comentários


bottom of page