Her karesi o kadar anlık enstantaneler gibi ki, adeta herkesin, “ben de çekerim” diyebileceği türden çok yakınmış gibi duran fotoğraflar, hikayeler, zamanlar, çok bildik, tanıdık gibi...
O kadar hayatın herhangi bir köşesi gibidir ki, özensiz, kirli, pozsuz, kolay gibi ya da öylesine, tesadüfen deklanşöre basılmış gibi...
Ve ama hayatın kendisi olan, hayatın kendisine bu kadar birebir, bu kadar yakından karşılık gelen, karşılık arayan ve sorular soran.
Nan Goldin fotoğraflarıyla en çok soru soran, çok kolaymış, hepimiz çekermiş gibi duran fotoğraflarıyla kesintisiz bir iç yolculuk ve sorgulama sürecini yaşayan fotoğrafçıların başında gelmektedir.
Bilmediğimiz, bakmadığımız ya da görmezden geldiğimiz, yok saydığımız, bizden değilmiş, başkalarının, ötekilerin hayatıymış gibi kaçtığımız, uzak durduğumuz hayatların aslı’dır baktığı, sureti değil.
“Güzel” değildir kareleri, hikayeleri, “estetik bir arılık” yoktur görsel dilinde fotoğraflarının ve “kesintisiz bir olumlama çabası” içinde girmez Alfred Stieglitz gibi ya da “korkunç olan şeyin estetiğini alçaltma çabasına” girişmez ya da Edward Steichen’in 1955 yılında düzenlediği “Family of Man” (İnsanlık Ailesi) sergisinde olduğu gibi, “68 ülkeden, 273 fotoğrafçının çektiği 503 fotoğrafla, insanlığın ‘tek’ olduğunu, insanların –bütün kusurları ve alçaklıklarına rağmen- çekici yaratıklar olduklarını kanıtlamak amacıyla bir sergide biraraya toplama” yaklaşımını benimsemez.
Ama kesintisiz bir yüzleşme zamanı içindedir ve izleyiciyi de buna davet eder her karesinde...
Susan Sontag, Fotoğraf Üzerine’de, “Arbus’un fotoğraflarını çektiği insanların hepsi ucubeydi................. sapkın insanların ve ucubelerin fotoğrafları, o kişilerin çektikleri acıdan ziyade, hayattan kopukluklarını ve hayat karşısındaki özerkliklerini öne çıkarır” der Arbus’un fotoğrafları için. Aynı şeyi Nan Godin’in fotoğrafları için de söylemek mümkündür. “Arbus’un fotoğrafları güzel görünüşleri ve insana özgü davranışlarıyla dikkat çeken kişiler yerine, sıra sıra canavarları ve onların sınırda olma hallerini yanyana koymaktaydı.” Nan Goldin’in serilerinde de kişileri(ni)n sınırda olma halleri öndedir.
Toplumun içinde yaşıyor olmakla birlikte, yok sayılmaları öndedir, adeta ötekileşmiş ya da ötekileştirilmiş kişilerdir. Ve bu kişiler Nan Goldin’in de üyesi olduğu büyük bir ailenin fertleridir. Nan Goldin bu ailenin güncel ya da yitmekte olan anılarının görsel hafızası, avcısı gibidir, belki de henüz 12 yaşındayken kaybettiği ablası Barbara’ya (ablası 18 yaşında intihar ederek hayatına son verir) dair hiç biriktiremediği fotoğrafların yerine... Kan bağıyla akraba olmadığı ama onlardan çok daha yakın olduğunu hissettiği ve bildiği büyük bir ailesi vardır Goldin’in. Fotoğrafları onların içiçe geçmiş, kişisel hayatlarını bir mesafesizlikle gösterir biz izleyicilere. O kadar yakındırlar ki, bir arkadaş toplantısındaymışsınız ve siz de elinize bir makine alsanız rahatlıkla böyle kareler çekecekmişiniz gibi. Oysa hele fotoğrafta böylesi bir yakınlık ve mesafesizlik, katedilmesi en zor mesafedir. Tam ulaştığınızı düşündüğünüz anda aslında uzağındasınızdır ve bunun farkına varmazsınız. İşte Nan Goldin belki de Ed van Der Elsken’den, Weegee’den ve Diane Arbus’tan sonra bu mesafeleri gerçek mesafesizliklerle eşitleyebilmiş fotoğrafçıların başında gelir.
Tıpkı Anders Petersen’in, Antoine D’Agata’nın, Daido Moriyama’nın sokaklarını, odalarını ve o odalardaki yüzleri çekmenin benzer mesafesizlik anlamında o kadar kolay olmaması gibi. Görüntüler(in)deki “acı”yı çağrıştıran duygunun yalnızlıkları çoğaltan ya da keskinleştiren yanını hissedersiniz. Nan Goldin diğerlerinden en büyük farkı, onun yüzleri, kişileri ve mekanları tanıdıktır, bildiği kişileri, kendi mekanlarında görüntüler. Caravaggio gibi, Pasolini ya da Fassbinder gibi. Caravaggio tanıdığı insanların resmini yapıyordu, Fassbinder fimlerinde sadece tanıdığı insanları oynatmıştı, Pasolini ise sokakta görüp âşık olduğu ve arzuladığı genç erkekleri oynatmıştı filmlerinde.
Bir röportajında Arbus’un bir fotoğraf dehası (bu yorumu Berlin sergisinin açılışında yaptığı söyleşide de tekrarladı 20 Kasım 2010’da), kendisinin ise olmadığını söylerken şunu da eklemeyi ihmal etmiyordu; “eğer bir deham varsa bu, dia gösterilerimde, fotoğraflarımdaki hikayelerde ve yaptığım kurgudadır.”
Nan Goldin de bu yazıda anılan pekçok fotoğrafçı gibi geniş açı ve prime lens kullanarak çekim yapıyor; yakın olmak, yakınında olmak için, dolaysız bir ilişki için, hikâyeye kendini de katmak, izleyiciye orada olduğunu hissettirmek için ve en önemlisi de zaten hep orada olduğu için.
“Bunuel bir keresinde o filmleri niçin yaptığı kendisine sorulduğunda, ‘bu dünyanın aklın hayal edebileceği bütün dünyalar içinde en iyisi olmadığını göstermek için” demiş. Bu yakınlığı göze alarak farklı sınırlarda dolaşan bu fotoğrafçıların, başka bir dünya daha olduğunu göstermek için fotoğraf çekiyor olduklarını söyleyemek mümkün müdür acaba? Öyle bir dünya ki, kusurlu, asla mükemmel olmayan, gerçek acılar ve eşitsizliklerle yaşanan ve hepimizin içinde yaşadığı dünyanın önemli bir parçasını oluşturan.
Ve pekçok fotoğrafçı tarif edemedikleri bir “büyülü anın” peşinden koşuyorlar, kusursuz görüntülere ulaşabilmek adına ve “dengesizliği açığa çıkaracak –gerçekliği savunmasız yakalayacak ara(daki)- anların peşinden gitmeyi” tercih etmiyorlar.
Çünkü fotoğraf herşeye rağmen güzelleştirir diye düşünüyorlar ve güzelleştirsin istiyorlar.
“Güzel”i çekmek, “güzel” çekmek istiyorlar.
Oysa asla kesintisiz bir güzellikler dünyasında yaşamıyoruz hiçbirimiz...
Ve Nan Goldin bizlere görmek istemediklerimizi, unutmak istediklerimizi, bizden olmadığını düşündüğümüz, aşina olmadığımız kişileri ve hallerini gösteriyor ve rahatsız ediyor...
“Tek bir karar anı yoktur, her an karar anıdır” diyerek, Susan Sontag’ın, “her ana aynı derecede önemliymiş gibi yaklaştığını” söylüyor.
Ve o da tıpkı Weegee gibi, tıpkı Ed van Der Elsken gibi, tıpkı Diane Arbus gibi, “başarılı hayatın” karşısına “başarısız hayatı” koyuyor, görmezden gelmeme eşiğini yükseltebilmek adına, acılarla daha cesaretle yüzleşebilmek adına her karesinde görüyor, kurguluyor, çekiyor ve gösteriyor, bir de en önemlisi izleyicisini de bu suça ortak olmaya çağırıyor.
İyi ki...
Laleper Aytek
Notlar:
Yazı içindeki tüm alıntılar Susan Sontag’ın “Fotoğraf Üzerine” adlı kitabındandır.
Bu yazı Kontrast Dergisi’nin Ekim 2015 sayısında yayınlanmıştır.
Comments